Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

C. G. Jung’un “eril”den ne anladığını kavramak, onun tüm psikoloji yaklaşımının zeminine erişmek demektir; zira onun psikolojisi, kendi itirafıyla, onun “kişisel itirafı”ydı—yirminci yüzyılın ilk yarısında Batı Avrupa’da bir ülkede, özel muayenehanede çalışan bir adamın, ataerkil bağlamda insan psikolojisini anlama çabasının itirafı.

Bu girişimde keşfettiği arketipsel dünyanın kanıtlanabilir evrenselliği bile, öncünün insanî bakış açısını ortadan kaldırmamıştı; Jung, deneyimlerinin kendisine ne sunduğunu aktaran bir adam olarak kaldı.

Dolayısıyla bu derleme, Jung’un yazılarından seçilen bölümler aracılığıyla, cinsiyetin onun “kişisel denklemi”ne ne tür bir katkı sağladığını ortaya koyma fırsatıdır; Jung’un büyük psikolojik konstelasyonlara dair ünlü ve geniş kapsamlı gözlemlerini yaptığı teleskobun merceğine bakma şansıdır.

Şaşırtıcı biçimde, Freudçu psikanalist olduğu dönemde kaleme aldığı çok erken bir deneme olan “Bireyin Yazgısında Babanın Önemi” dışında, Jung’un ne yalnızca erkeklerin psikolojik gelişimine ne de erilliğin bilinçdışı psikolojisine adanmış tek bir yayımlanmış çalışması yoktur. Ne bir erkeğin psikolojik gelişim sürecini ayrıntılı biçimde ele alan bir monografi, ne de kadınların ruh imgesi olarak yorumladığı eril arketip olan animus’a adanmış bir deneme mevcuttur.

Erilliğe dair anlam zincirini keşfetmek için pek çok deneme arasında yolunu bulmak gerekir. Bu seçki, tek mümkün olan seçki olmasa da, Jung’un bilinçdışının labirentinde kendi eril yolunu izlemek isteyen okura bir ipucu sunma girişimidir.

Jung’un yolu, çocukluk deneyimlerinden başlar: inancını ve karısının ile oğlunun güvenini yitirmekte olan bir papazın oğlu olarak bir papaz evinde büyümüştür. Paul Jung tıkanmış, ruhunu açabilecek türden bir öz-düşünüme de muktedir değildi; psikolojik gelişim için olağanüstü bir potansiyele sahip olan küçük Jung için bu baba, özdeşleşmeye uygun olmayan, tatmin edici olmayan bir figürdü.

Jung, olağanüstü imgesel otobiyografisi Anılar, Düşler, Düşünceler’de, kendi kimliğini, erilliğin numinöz gücüne dair kişisel bir vizyon üzerine inşa etmek zorunda kalışını bize gösterir.

Bu tür bir arketipsel eril vizyon, elinin altında arketipsel imgeyi cisimleştirecek hiçbir insani rol model bulunmayan bir çocuğa özgüdür:

“Hatırlayabildiğim en eski düşümü gördüm, bu düş beni tüm yaşamım boyunca meşgul edecekti… Üç ile dört yaşları arasındaydım…”

(Jung’un yeraltındaki tapınak, taht üzerindeki devasa fallus ve annesinin sesini duyduğu korkutucu düşü burada aktarılır.)

Jung yıllar sonra bu imgenin bir “ritüel fallus” olduğunu anlayabilmiştir. Fallusun soyut önemi, tahtta tek başına, “ithyphallically” (ΊΦυς, dikey) şekilde yer almasıyla açığa çıkar. Çimlerin altındaki delik muhtemelen bir mezarı, yani yeşil perdeyle simgelenen yeraltı tapınağını, başka bir deyişle yeryüzünün gizemini temsil ediyordu. Urethra’nın göz gibi algılanması, fallus sözcüğünün kökeninde yer alan “Φαλος” (parlak, ışıklı) anlamına işaret eder.

Bu düşteki fallus, Jung’un gençliği boyunca “adı anılmayan yeraltı tanrısı” olarak kalmıştı. Yüksek sesle “İsa Mesih” dendiğinde bile zihnine bu yeraltı karşı-imge geliyordu.

Jung’un anlatımından, on dokuzuncu yüzyıl İsviçre’sindeki papaz evinin atmosferi açığa çıkar. Bedensel gerçekler görülmez, erekte olmuş penisin anatomik hakikati dinsel bir sır olarak kalır, yalnızca Grekçe ve Latince kilise dillerinde, mitolojik göndermelerle dile getirilirdi.

Böyle baskıcı bir atmosferde büyüyen Jung, erilliği arketipsel biçimde karşılamaya yazgılıydı. Arketipin enerjisi, psikoloji literatüründe eşi görülmemiş bir erillik anlayışına yöneltti onu.

Ne var ki Jung’un erilliğe yaklaşımı böylesine arketipsel (bu düşteki yeraltı kadar derinde) olduğundan, gündelik erkek ve kadın psikolojisine dair geçerliliği kolaylıkla gömülü kalabilir. Bu nedenle bu ciltteki içeriklere bir giriş yapılması önemlidir.

Jung’un en önemli içgörüsü, erilliğin bilinçlenme süreciyle ilişkilendirilmesidir—varoluşunu olduğu gibi görme anlamında Sokratik bir bilinçlenme. Fallus’un parlaklıkla olan etimolojik bağlantısı ve çocuğun fallik açıklığı bir gözle ilişkilendirmesi, bu bağlantının göstergesidir.

Bu içgörü, Freud’un sunduğu Oidipus mitinden farklı bir psike metaforu arayışına yol açtı. Freud’un kuramı, bastırma ve tanrıların dayattığı katlanılmaz şeyler karşısında kendini kör etme temasını içeriyordu. Jung içinse psikenin en güçlü itkisi, cinsellikten veya iktidar iradesinden de güçlü olan bilinçlenme baskısıydı.

Jung’un Libidonun Dönüşümleri ve Simgeleri’ndeki (1912) ego imgesi, utanç verici libidinal deneyimleri bastırmaya çalışan suçlu bir yönetici değil; bilinç ışığını artırmak için gece denizini kat eden güneş kahramanıydı. (İlginç biçimde bu eril imgeyi, psikoza sürüklenmekte olan bir kadının bilinçdışı malzemesinde bulmuştu.)

Freud’un bu fikirleri reddedişi ve eş krizinin getirdiği belirsizlik, Jung’u kahramansı kurtarıcı arketipiyle özdeşleşmesinden uzaklaştırdı. Bu kriz, Toni Wolff ile açık ilişkiyi kabul etmesiyle çözülebildi. Wolff, Jung’un anima arketipinin gücünü hem kişisel hem de teorik olarak keşfetmesinde belirleyici oldu.

Jung için anima, erkeğin bilinçliliğe yalnızca kahramanca öz-denetimle değil, yaşamla empatik katılımla ulaşabilmesini sağlayan merkezi keşifti.

Anima’yı anlamak zihinsel bir içgörü değil, inisiyatik bir deneyimdir; yaşamın güçleriyle yüzleşerek, aldatıcı projeksiyonların yol açtığı acı ve hayal kırıklıklarını kabullenerek birey ancak bu entegrasyonu gerçekleştirebilir. Jung, animayı “yaşam arketipi” diye de adlandırırdı.

Anima’nın ardında ise bilge yaşlı adam arketipi yer alır—anlamın, erilliğin amacı ve sonucu.

Kadınlarda ise Jung, esas olarak animus’un entegrasyonunu öne çıkardı. Animus’u “tin” ile özdeşleştirdi; eril bir ilke olarak. Böylece erkeğin bilinçdışı ruhu (soul), kadının bilinçdışı ruh-imgesi ise tin (spirit) idi. Jung, erkeğin animayla, kadının animusla çalışmasını tedavide merkezi gördü.

Jung, erkeklerde eros’un (ilişkisellik), kadınlarda ise logos’un (ayırt edicilik) daha çok bilinçdışında işlediğini gözlemlemişti. Bu, kültürel bağlamda cinsiyetçi bir katılık gibi görünse de, onun için klinik bir gerçeklikti.

Geç dönem yapıtı Mysterium Coniunctionis’te ise, Sol ve Luna figürleri üzerinden eril ve dişilin paradoksal karşıtlıklarını ele aldı. Böylece logos = eril, eros = dişil gibi basit özdeşliklerin ötesine geçti.

Jung’un simyaya yönelişi, erkeğin orta yaş sonrası bireyleşmesinin deneyimsel temeli oldu. Burada eril ve dişil ilkelerin deneyim yoluyla, arketipsel yasalara uygun olarak inşa edildiğini gördü. Örneğin erkek için orta yaşta dişil ilkenin (Luna) gelişimi, tuz (acı, gözyaşı) ile cıvanın (hilekâr, sınırları tersine çevirme yetisi) birleşmesiyle ortaya çıkar.

Son aşamada ise Jung, kendi yazınsal ve psikolojik tarzını, Merkür arketipi üzerinden kavradı. Spiritus Mercurius üzerine yazdığı deneme, hem kişisel hem de teorik düzeyde onun eril bilinçdışıyla kurduğu ilişkiyi açığa çıkarır. Merkür, onun alşimik kendini-birleştirme çabasının koruyucu tanrısı, en nihayetinde eril yolu olmuştur.

Bu derlemenin içeriğini biçimlendiren, Jung’un huzursuz eril tinidir.

Kaynak:
John Beebe, Jung – Aspects of the Masculine, Introduction, s. 7–15.

Leave a Reply

info@jungianstudiesistanbul.com

Abone Ol!

e-Posta bültenimize abone olun son içeriklerden haberiniz olsun!

Jungian Studies İstanbul © 2025. Tüm hakları saklıdır