Bedenlenme (embodiment), herkesin uygun destek ve bakım ile erişebilmesi gereken evrensel olarak faydalı, arzu edilen bir çaba olarak ele alınabilir. Ancak ben sıklıkla günümüzün somatik zeitgeist’inde aslında neye yöneldiğimizi merak ediyorum. Yıllardır benimle birlikte çalışmayı ve öğrenmeyi seçen insanlara, kolektifin tanımlanamaz ama tamamen normalleştirilmiş bir dili kullanmaya başladığında, bunun üzerinde kendi eleştirel düşüncelerini işletmeleri için alan sundum. Çünkü bu dil, istemeden ve farkında olmadan bile yeti yitimi (ableism) içerebilir.
Antropolog Thomas J. Csordas, bedenlenme çalışmalarının en etkili seslerinden biri olmuştur. Embodiment and Experience: The Existential Ground of Culture and Self (1994) adlı derleme eserinde, bedenlenmenin sahip olduğumuz bir nesne değil, dünyada varoluşumuzun koşulu olduğunu ileri sürer. Csordas, bedenlenmeyi “algısal deneyim ve dünyada bulunma ve katılım kipleriyle tanımlanan belirsiz bir yöntemsel alan” olarak tanımlar (Csordas, 1994, s. 12). Bu çerçeve, bedenlenmeyi bir teknik, süreç ya da yöntem olarak indirgemeye direnç gösterir ve bedenin algının, kültürün ve benliğin zemini olduğunu ısrarla vurgular. Başka bir deyişle, bedenlenme duyumsal bir yola girerek elde ettiğimiz bir şey değil, zaten her daim yaşadığımız bir koşuldur. Somatik uygulamalar açısından bu, hiçbir yaklaşımın bedenlenmenin kendisi olduğunu iddia edemeyeceği, yalnızca bedenlenmenin ne olduğuna dair daha geniş bir ilişkiye açılan bir kapı olabileceği anlamına gelir.
Danışanlar, etkileşimde bulundukları çeşitli uygulayıcılar, yöntemler veya pratikler aracılığıyla bedenlerine giremediklerinde, kimi zaman kendilerini dirençli, tıkanmış, dissosiye olmuş veya sandıklarından daha derin şekilde travmatize hissetmektedir. Onlara, açık ya da örtük biçimde, aslında “bedenlenmiş” olmadıkları yönünde mesajlar ulaşabilir — ki bu, bedenlenmiş olmanın aslında ne olduğuna dair muğlak ve öznel bir tanıma dayanır.
Peki, herhangi bir anda bedenlenmiş olup olmadığımızı nasıl ölçebiliriz?
Gerçekte her birimiz için öznel bir deneyimse, uygulamada bedenlenmiş olmak ne anlama gelir?
Gözden kaçan şey, herkesin beden deneyimine aynı kapıdan girmediğidir.
Jung, Psychological Types (1921) adlı eserinde, insanların yaşama yönelimlerinin farklı yollarını tanımlayabilmek için bir çerçeve geliştirmeye çalıştı. İki temel tutum (dışadönüklük ve içedönüklük) ile dört işlevi (düşünce, his, duyum ve sezgi) ayırdetti. Jung’a göre bu işlevler, “bilincin yönelim kanallarına karşılık gelen temel psikolojik işlevlerdir” (CW 6, prg. 895).
Jung, duyumu (sensation) “fiziksel bir uyarımı algıya ileten psikolojik işlev” olarak tanımlar (CW 6, prg. 792). Duyum, somut olanın, burada ve şimdi’nin işlevidir. Düşünce (thinking), “entelektüel biliş işlevi” olup, bilincin içeriklerine “anlam ve tutarlılık kazandırır” (CW 6, prg. 830). Jung’a göre his (feeling) duygu değildir; değerleme işlevidir, yani deneyimleri iyi–kötü, kabul edilebilir–edilemez olarak tartma biçimimizdir (CW 6, prg. 724). Sezgi (intuition) ise “bilinçdışı aracılığıyla algı”dır ve “algıları bilinçdışı bir yolla aracılar” (CW 6, prg. 770).
Her birimizin en doğal gelen bir baskın işlevi ve onun yanında gelişmemiş, büyük ölçüde bilinçdışı kalan bir aşağı işlevi vardır. Aşağı işlev genellikle bizi tökezleten, baskı altında çarpıtılmış, dağınık ya da kompulsif biçimde yüzeye çıkan yanımızdır. Ancak Jung, bunu bütünlüğe giden köprü olarak da görmüştür. Çünkü en çok geliştirmemiz gereken nitelikleri taşır. Örneğin, düşünen birinin aşağı işlevi his olacaktır; bu nedenle yalnızca mantığın ötesinde değer biçmeyi öğrenmesi gerekir. Duyumcu birinin aşağı işlevi sezgi olacaktır; bilinmezliğe adım atma riskini göze almalıdır. Tipoloji yalnızca nasıl işlediğimizi tanımlamaz, aynı zamanda dikkatimizi talep eden ihmal edilmiş yanlarımıza da işaret eder.
Somatik uygulamalarda bu oldukça önemlidir. Çünkü bedenlenme yöntemleri, örneğin, duyumun daima merkezde olması gerektiğini varsaydığında, duyumu baskın işlevi olanları ayrıcalıklı kılar, diğerlerini ise istemeden patolojikleştirebilir. Oysa tipolojiyi anlarsak, hem baskın hem aşağı işlevle çalışabilir, kişiyi doğal kapısından bedene girmeye davet ederken aynı zamanda en az gelişmiş alanlarını da nazikçe keşfetmeye çağırabiliriz. Böylelikle bedenlenme, bir ideale uymaktan ziyade daha geniş bir psişik deneyim aralığını geliştirmeye dönüşebilir.
Kompleksler, Jung’un psikolojisinin kalbinde yer alır. Onları, psişede özerk biçimde işleyen “duygu-tonlu temsiller kümeleri” olarak tanımlar (CW 8, prg. 201). Jung başka bir yerde şöyle yazar:
“Kompleksler, psişik yaşamın denetimimiz altında olmayan, fakat bizi denetleyen odak noktalarıdır. Psişenin dramındaki aktörlerdir. Olumlu ya da olumsuz, yardımcı ya da zararlı, yapıcı ya da yıkıcı olabilirler. Kompleksler, bilinçdışı psişenin yaşayan birimleridir” (CW 8, prg. 210).
Kompleksler, kimi çağdaş modellerin ileri sürdüğü gibi arındırılması gereken istilacılar, yeniden ebeveynlenmesi gereken küçük benlikler ya da yalnızca katarsisle boşaltılacak şeyler değildir; psişik anatomimizin parçasıdırlar ve psişenin mimarisine aittirler.
Anne kompleksi, baba kompleksi, ebeveyn kompleksi, kardeş kompleksi ve para, cinsellik, güç, toplumsal cinsiyet etrafında kümelenen kompleksleri biliriz. Her biri, belleğin, duygulanımın, duygu tonlarının, düşüncelerin ve anlamın katmanlarını bir psişik düğümde bir araya getirir. Bu düğüm bizi ya tepkilere ya da vahiylere sürükleyebilir. Bu listeye ben beden kompleksi’ni ekliyorum. Bir bedeniniz varsa, bir beden kompleksiniz de vardır. Beden kompleksi, kişisel tarih, kültürel anlatılar, travma ve tipoloji tarafından şekillenen, bedenlenmeye dair bilinçli ve bilinçdışı tutumlarımızı bir araya getirir. Hem yaralanmayı hem de olasılığı barındırır.
İşte bu yüzden tipoloji somatiklerde önemlidir. En iyi halinde tipoloji, bedenin kendi diliyle konuşabilmesi için alan açar. Fakat aynı zamanda tek bir yöntem veya süreci bedenlenmeye giden yol olarak dayattığında arzu edilen, normatif bir yapıya dönüşebilir. Çok sık olarak insanlara, bedenlerine belirli bir şekilde giremiyorlarsa, engelli, dirençli ya da yetersiz oldukları söylenir. Oysa aslında, uygulamanın kendisi onların tipolojisini dışlıyor olabilir.
Örneğin, baskın düşünme işlevine sahip birçok kişi, bedene düşünce yoluyla girdiklerinde “yanlış yapıyor” oldukları hissettirilerek küçük düşürülebilir. Normatif olduğunda somatikler, insanlardan yaşamı doğal olarak yönelimlendiren işlevi bypass etmelerini talep ederek onları kendilerinden kopmaya zorlayabilir. Bütünleşme yerine parçalanma üretilir; çünkü kişiden en gelişmiş işlevini kullanması nedeniyle utanması istenir ve bu durum kişinin beden kompleksinin olumsuz yönünü derinleştirir.
Eğer duyum baskın işlev değilse, duyum-öncelikli yöntemlere zorlanmak kişiyi bedeninden daha da uzaklaştırabilir. Ayrılığı çözmek yerine, daha da güçlendirir; utanç ve yabancılaşma yaratır. “Giriş yolu” olarak sunulan şey, bir duvara dönüşür.
Tipolojiyi tanımak bunu değiştirir; olası normatif köşeleri yumuşatır, insanların bedenleriyle diyaloga girebilmelerinin pek çok yoluna zarif bir alan açar. Bir kişi imge ya da düşünceyle başlamaya ihtiyaç duyabilir, bir diğeri değerle, bir başkası duyumla.
Tek bir yol yoktur ve somatikler, ister istemez iyi niyetli ve sevgi dolu uygulayıcılar tarafından yapılsa bile, aynılık dayatıldığında özgürleştirici olamaz.
Her tipoloji, somatik pratikte hem armağanlar hem de zorluklarla gelir:
- Duyum tipleri beden çalışmasında kendilerini evinde hissederler çünkü baskın işlevleri duyumun kendisidir. Bedenin sinyalleri dolaysız ve somuttur. Ancak en tanıdık olan çoğu kez en az incelenmiş olandır. Buradaki görev, doğrudan güvenilen duyumun altında titreşen simgesel ve psişik boyutları fark etmektir.
- His tipleri bedene değer ve ilişki soruları üzerinden yaklaşabilir: Bu duyum kim olduğum veya başkalarıyla bağım hakkında ne söylüyor? Beden kompleksleri, duyumu suçluluk, utanç ya da değerle birleştirebilir ve onları bedensel travma girdaplarına sürükleyebilir. Zorluk, bedeni, ahlaki veya ilişkisel anlam katmadan önce ham deneyim olarak karşılayabilmektir.
- Düşünce tipleri duyumu kaypak, güvenilmez hatta bozucu bulabilir. Jung, düşünce tipinin “nesnel yargıya” yönelimli olduğunu belirtir (CW 6, prg. 835). Bu, beden deneyimini tutarsız kılabilir. Beden kompleksleri genellikle denetim ve duyumun öne geçmesi halinde yapının çökeceği şüphesi etrafında döner. Görev, yargıyı askıya alarak bedenin kendi başına zeki olduğunu deneyimlemektir.
- Sezgi tipleri, duyumu kolayca imgeler, çağrışımlar ve olasılıklara sıçratma eğilimindedir. Jung sezgiyi, “bilinçdışı içeriklerin algısı” olarak tanımlar (CW 6, prg. 770). Bu nedenle sıçrama neredeyse otomatik gerçekleşir. Beden kompleksleri sıklıkla yoğunluktan kaçarak metafora uçma eğilimini barındırır. Zorluk, yorum ya da imgelemeye geçmeden önce bedende yavaş, ağırlıklı bir varoluşa bağlı kalabilmektir.
Somatik uygulayıcılar tipolojiyi göz ardı ettiklerinde, iyileştirmek istedikleri ayrılığı pekiştirme riski taşırlar. Tipolojiye saygı duymak, insanları kendi işlev kapılarında karşılamak, onlardan başkasınınkini ödünç almalarını talep etmemektir.
Jung, C. G. Psychological Types. Collected Works of C. G. Jung, Vol. 6. Translated by H. G. Baynes. Revised by R. F. C. Hull. Princeton: Princeton University Press, 1971.
Jung, C. G. The Structure and Dynamics of the Psyche. Collected Works of C. G. Jung, Vol. 8. Translated by R. F. C. Hull. Princeton: Princeton University Press, 1960.
Jung, C. G. The Collected Works of C. G. Jung. Edited by H. Read, M. Fordham, and G. Adler. Translated by R. F. C. Hull. 20 vols. Princeton: Princeton University Press, 1953–1979.
Kaynak: https://janeclapp.substack.com/p/somatics-typology-and-the-body-complex
